23 Haziran’da yapılan referandum sonucunda, Birleşik Krallık Avrupa Birliği’nden ayrılmaya ve yoluna ‘bağımsız’ bir şekilde devam etmeye karar verdi. Elbette bu karar daha ilk saatlerinden itibaren büyük bir karmaşanın kapısını araladı. Tüm dünyada borsalar çalkalandı, İngiliz poundu her para birimi karşısında değer yitirdi; İskoçya, Birleşik Krallık’tan ayrılıp AB’de kalmak için ikinci kez referanduma gitme planlarına ve Kuzey İrlanda da yine AB’de kalabilmek için bağımsız İrlanda ile birleşme referandumunu düşünmeye başladı.
Bunun yanı sıra sonuca gerçekten sevinenler de vardı. İngiltere’nin aşırı sağcı ve ırkçı kanadının liderleri Nigel Farage ve Boris Johnson, ABD’nin ırkçı başkan adayı Donald Trump, Vladimir Putin, Avrupa’daki aşırı sağcı grupların liderleri bunlar arasında. Her ne kadar AKP’de Başbakan Yıldırım ve AB bakanı Çelik “Biz Avrupa’yla birlikteyiz” tadında açıklamalar yapsa da, AKP kanadında ve medyasında İngiltere’yi örnek almak ve AB ile ilişkileri kesmek gibi konular konuşulmaya başladı. Özetle, Dünya genelindeki aşırı sağcılar Birleşik Krallığın bu kararının yanında. Her ne kadar bu yönde oy veren birçok İngiliz bile şimdiden pişman olmuş olsa da.
Bu yazıda direkt olarak referandumu ve etkilerini konuşmayacağım. Bu konuda daha fazla okumak isteyenleri Charlie Stross ve Laurie Penny’nin yazılarına yönlendirebilirim (ikisi de İngilizce). (Merak edenler için her iki yazıya da fikren katılıyorum.)
Benim ele almak istediğim nokta ise bu referandum ile birlikte daha da görünür hale gelen bir hastalık: anti-entelektüalizm. Yakından tanıdığımız ve başımızdaki birçok derdin sebebi olan bu hastalığın tüm dünyaya yayıldığını görmek beni ciddi bir şekilde korkutuyor. Bu yüzden bu sorunun ciddi bir şekilde ele alınması ve buna karşı bir çözüm üretilmeye başlanması gerektiğine inanıyorum.
* * *
Anti-entelektüalizm aslında hepimizin fazlasıyla yakından tanıdığı bir sorun. Kimi temel belirtileri şunlar:
Konularında yetkin ve kendisini adamış insanların siyasi amaçlar uğruna hiçe sayılması, hedef gösterilmesi ve susturulmaya çalışılması;
Toplumun gözünde entelektüellerin sürekli olarak küçümsenerek değersizleştirilmesi;
Toplumun dinleyeceği kimse kalmadığında onlara su katılmamış propaganda pompalanması;
Siyasi güç sahiplerine yakın olmak dışında hiçbir kabiliyeti olmayan insanların uzman olarak pazarlanmaya başlanması;
Her türlü kültür, sanat, bilim ve felsefe üretimini önemsizleştirmek ya da siyasi gücün isteğine göre şekillendirmek için çalışılması.
Fazlasıyla tanıdık, değil mi? Ülkemizde bu sorun uzun zamandır yaşanmakta olsa da, anti-entelektüalizme karşı ne kadar mücadele ediyoruz kendimize bir sormak lazım. Türkiye’de siyasetin hemen her kesiminde anti-entelektüalizmi kullanma peşinde olanlar var, bu yüzden de bir sorun değil de sanki ‘doğal bir şey’miş gibi davranılıyor. Bu yüzden de gerçekten konuya eğilmiyor, sorunu ortadan kaldırmak için elle tutulur bir şeyler yapamıyoruz. Sonuçta sürekli “halk/millet/milli irade” edebiyatı yaparak insanları kendi menfaatlerine uygun propagandalara boğmak herkes için daha kolay. Neden insanların gerçekten konusunun uzmanı kişileri dinlemelerine izin verilsin ki?
Anti-entelektüalist taktiğin en can alıcı yöntemlerinden birisi de kendisini daima elitizme ve elitlere karşıymış gibi sunmak. Hali hazırda elit ve elitizm toplumsal sözlüğümüzde kötü bir anlam edinmiş durumda. Bununla birlikte; anti-entelektüalistler ‘kültürel ve sosyal elit’ kesimleri toplumun asıl düşmanları gibi göstererek, kendilerini (mevcut sistemin ‘ekonomik elit’ kesimini; şirket patronlarını, profesyonel siyasetçileri, sistemin üst sınıfında yer alanları, ‘yüzde bir’i…) halkın yanındaymış gibi göstermeyi başarıyorlar. Eğer anti-entelektüalist retoriği en çok kullanan kesimlere dikkatli bir şekilde bakarsak, bunların hiçbirinin halkla alakası olmadığını ve onları düşünmediğini kolayca görebiliriz. (Burada tek istisna kapitalist üst sınıftan olmayıp kendisini halkçı/solcu zanneden gizli milliyetçiler olabilir. Onlar da bu elitizm düşmanlığını ve anti-entelektüalizmi kullanmayı pek severler ama genelde tek başarabildikleri ekonomik elitlere daha fazla güç sağlamaktır. Ama onlar için özel bir başlık açıp kendimi yormayacağım.)
Bunun Birleşik Krallık referandumuyla alakası nedir diye soracak olursanız, İngiltere sağı bu referandumu tam da bu şekilde kazandı. Ucuz propagandalarını anti-entelektüalizm ve ‘İngilizlere özgürlük’ sosuyla sundular ve bununla birçok kesimi istedikleri gibi manipüle etmeyi başardılar. Bu anti-entelektüalist tavrın özeti ise Gove’un televizyonda verdiği bir röportajda kurduğu “İngiliz halkı uzmanlardan bıktı artık” cümlesiydi. Bu entelektüel ve uzman düşmanlığı ve bunun milliyetçi bir sos ile sunulması insanların gerçek dışı propagandalara hiç düşünmeden atlaması ve sonrasında pişman olacakları şeyler yapması için yetti de arttı bile.
İngiliz sağcıları belki Türkiye’dekiler kadar çok güce sahip olmadıkları için anti-entelektüalizmin tüm aşamalarını uygulayamadılar ama ellerinden gelen kadarı bile en büyük şovu gerçekleştirmelerine ve referandumu kazanmalarına yetti. İnsanların gözü kara bir şekilde davranmasını ve yalnızca kendi siyasi menfaatleri için hareket etmesini, en temelde onları ‘uzmanlardan bıktıklarına’ inandırarak sağladılar.
Benzer bir taktiği şu anda ABD’de başkanlığa oynayan Trump da kullanıyor. Hiçbir şekilde gerçeklere dayanmayan propagandasını salt milliyetçi ve entelektüel düşmanı bir alt metinle sunuyor. Sadece bu taktikle bile ABD’de çok ciddi bir kesimi etrafına toplamayı başardı. Elbette şu anki hava ABD için iyimser görünüyor, kazanabilmesine ihtimal veren yok ama birçok insan Brexit’in de olmayacağına neredeyse emindi.
* * *
Peki nasıl oluyor da neredeyse tüm aşırı sağcı hareketlerin daima kullandığı bu anti-entelektüalizm virüsü her seferinde bu kadar etkili olabiliyor?
Anti-entelektüalizm en temelde sahte bir özgürlük ve bağımsızlık atmosferinin yaratılmasına hizmet ediyor. Genellikle sağın severek kullandığı komploların ve tezlerin vazgeçilmezi olan “Bize muhalefet eden herkes iç ve dış mihraklar tarafından yönetiliyor” için de oldukça güzel bir altyapı sağlıyor. Karşılarındaki her türlü eleştiriyi değersizleştirmelerine yardım ediyor. Anti-entelektüalizmin başlıca sloganlarından birisinin “İnsanlar kendi kararını vermeli” olması da tam olarak bu yüzden. Tüm entelektüelleri ve birikimli insanları hiçe sayarak, onları değersizleştirerek ve bununla beraber insanlara sahte bir özgüven aşılayarak onların kendilerini desteklemelerini sağlayabiliyorlar. Aslında anti-entelektüalizm insan psikolojisiyle oynamaktan daha fazlası değil ama sistematik ve güçlü bir şekilde uygulandığında, özellikle de beraberinde bir medya desteği sağlanırsa, çok büyük etkileri olabiliyor.
Sadece Türkiye’de son zamanlarda olanlara, ülke siyasetçilerinin konuşmalarına bakarak anti-entelektüalizmin başarılı olduğu bir ülkenin neye benzediğini görebilirsiniz. Sahte entelektüeller ve tamamen ele geçirilmiş bir medya artık anti-entelektüalizmin gelebileceği son noktadır. Bunun bir sonrası artık otoriter bir sistem ve konuşmaktan vazgeçmeyen entelektüellerin hapis ve diğer türlü şiddet biçimleriyle susturulmasıdır. Yani anti-entelektüalizm aslında otoriter bir devlete geçişte olmazsa olmazdır.
Bu yüzden de anti-entelektüalizm ile savaşmak ve onun etkisini minimuma indirmek için mücadele etmek olmazsa olmazdır. Toplumu bu sahte özgürlük ve bağımsızlık algısından kurtarmak ve gerçekten ne söylediğini bilen insanların sesinin duyulabilir hale gelmesi için çabalamak gerek. Peki bunu nasıl başarabiliriz?
* * *
Türkiye’de anti-entelektüalizm toplumsal bir ‘normal’ haline gelmiş durumda ve yalnızca sağ siyasette değil, her kesimde ve siyasi harekette örneklerine rastlayabilirsiniz. İnsanlar entelektüel olarak anılmaktan korkuyor, ‘entel’ bir hakaret olarak kullanılıyor. Bizim özelimizde anti-entelektüalizmin tedavisi şart toplumsal bir hastalık haline geldiğini söylemek mümkün. Tedavinin ilk aşaması ise içimizdeki anti-entelektüelleri öldürmek. Yani anti-entelektüel alışkanlıklarımızdan ve tavırlarımızdan kurtulmak.
İkinci olarak yapmamız gereken entelektüellerin sesinin daha çok duyulmasını sağlamak. Bunun yolu da herhangi bir konu tartışılacağı zaman alakasız siyasi temsilcilerin çenesini kapatmaktan ve o konuda uzman olan insanların konuşmasına izin vermekten geçiyor. Buna bağlı olarak her konuyu siyasi menfaat temelinde değerlendirme ve sadece buna uygun konuşan ‘uzmanlara’ konuşma hakkı tanıma kabadayılığına da son verilmesi gerekiyor.
Üçüncü aşamada ‘her konuda analiz kasmazsa ölecek’ hastalığından kurtulmamız gerekiyor. Herkes yalnızca ideolojik ezberleriyle ve ‘gerçekten’ durup düşünmeden her konuda konuşması gerekirmiş gibi davranıyor. Bu kadar gürültü içerisinde de konuyu gerçekten bilen insanların sesi duyulmuyor. Bu da doğal olarak entelektüalizmin kaybolmaya başlamasına neden oluyor.
İnsanların, slogan atan politikacıların sözünden giderek entelektüelleri küçümsemenin özgürlük ve bağımsızlık olmadığını anlaması gerekiyor. Bunun böyle olmadığını göstermek da herkesin görevi. İnsanlara bir politik lideri takip etmenin özgürlük değil, aksine tam anlamıyla zihninin köleleştirilmesi olduğunu; gerçekten alanında uzman insanları dinleyip kendi kararını vermesinin özgürlüğünden feragat etmek olmadığını anlatmamız gerekiyor. İnsanların düşünmekten, kendi kararlarını vermekten korkmamasını sağlamamız lazım. Bunu da kimseyi aşağılamadan ve kimseye hakaret etmeden yapmamız gerekiyor. Diğer türlüsü yalnızca daha fazla anti-entelektüalist tepki doğurur.
* * *
Anti-entelektüalizm şu anda tüm dünyayı tehdit eden bir hastalık ve biz maalesef hastalığın ileri seviyelerindeyiz. Ancak bu kurtulma şansımız olmadığı anlamına gelmiyor. Hatta şöyle söyleyeyim, bu hastalıktan hem ülke hem de dünya olarak kurtulmak zorundayız. Çünkü her geçen gün daha büyük sorunlar ve felaketlere doğru sürükleniyoruz ve mevcut sistemler ve yapılar böyle kalmaya devam ettiği sürece de birkaç on yıl içerisinde aklımıza bile gelmeyecek şeylerle karşılaşacağız. Eğer bunu durdurmak ve hem gezegeni hem de kendimizi kurtarmak istiyorsak, mücadeleyi bu alana yönlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum.