Önce görmeyenler veya hatırlamak isteyenler için bugün meşhur olan davet:
Şimdi başlayacağım ama ufak da bir not eklemem lazım; benim öncelikli olarak ilgilendiğim alanlar estetik ve teknoloji felsefesi. Ancak bunların yanı sıra hatırı sayılır bir siyaset felsefesi, din felsefesi ve hermeneutik okuması yapmışlığım var ve fırsat buldukça bu okumalarımı arttırmaya çalışıyorum. Özellikle bu daveti yapan kişiyi göz önüne alacak olursak bu konularda kendisinden daha yetkin olduğumu düşündüğümü söylemem narsist bir tavır olarak görülmez umarım.
Öncelikle Sayın Külünk tartışmayı fazlasıyla yanlış ve saptırmaya açık bir noktadan başlatarak büyük bir hata yapıyor. Bir siyasi olayı ve beğenseniz de beğenmeseniz de yasaların söz söyleme yetkisine sahip olduğu bir alandaki konuyu din üzerinden bir yorumla savunmaya çalışmak, otomatik olarak din ve anayasayı karşı karşıya getirmeye ve bunları iki zıt kutupmuş gibi göstermeye çalışan bir noktaya götürür sizi. Üstelik bunu bir milletvekili olarak yapmak ve dinden taraf bir tavır almak, içinde çalıştığınız ve bir parçası olduğunuz kurumu hiçe saymak ve ona güvenmemek anlamına gelir. Böyle bir durumda, kendi yetkilerini ve temsil ettiği devleti de tamamen sorgulanabilir ve yetkisinden şüphe edilebilir bir duruma düşürmektedir. Yani fikren kendi topuğuna sıkmaktadır.
Bunu bir kenara koyduğumuza göre şimdi kendisinin asıl tezine, yani günah işleme özgürlüğüne dönelim. Böyle bir şeyin ne anlama gelebileceğini ve bunun mümkün olup olamayacağını açıklamaya ve kendisinin de muhtemelen doğaçlama bir şekilde uydurduğu bu kavramın nasıl mantıksız ve temelsiz olduğunu göstermeye çalışacağım.
Öncelikle günahın tamamen dinlere ait bir kavram olduğunun altını çizmemiz lazım. Eğer bir şeriat devletinde yaşamıyorsak, günah kavramının yasalarda ya da hukukta hiçbir geçerliliği yoktur. Bu yüzden kavram olarak “günah işleme özgürlüğü” ancak din çatısı altında bakılabilecek bir kavramdır. Ancak dinlerin hangisine bakarsak bakalım, günahın bir özgürlük olmadığını görebiliriz. En başında günah, insan için yasak olan bir şeyin yapılması anlamına gelir ve bu yasak en büyük güçten, yani Tanrıdan gelir. Böyle bir yasağı delebilirsiniz tabii ki, ancak bunu delmek kimi zaman sizin Tanrı tarafından dinden kovulmanız anlamına bile gelmektedir. Yani her ne kadar Metin Külünk, bu Tanrıyla insan arasında dese de, Tanrı buna pek sıcak bakmaz.
Bunun yanı sıra İslam açısından bakacak olursak, dinde günah olan hemen her şeyin, şeriat devletlerinde veya müslüman toplumlarda ağır cezası vardır. Bu asla değişmemiştir. Dinen yasak olan bir şeyi yapmak her ne kadar sizi cehenneme götürecek bir eylem olsa da ve zaten Tanrı tarafından cezalandırılacak olsanız da, buna yaşadığınız dönemde de bir ceza verilmektedir. Bunu görmek için İslam ortaya çıktığı zamandan bu yana Müslüman olan toplumları ve devletleri incelemek yeterli olacaktır. Bunun yanı sıra bunun yapılmasını bizzat Tanrı ve Muhammed de birçok kez söylemektedir. Yani “günah işleme özgürlüğü” dinler açısından baktığımızda pek de söz konusu olmayan bir durumdur. (Bu konuda uzun uzun örnekler ve kaynaklar listelemek istemedim ancak isteyenler biraz araştırmayla bu dediklerime rahatça ulaşabilir. Gerek duyulursa ben de eklemeler yaparım.)
Şimdi işin din kısmını bir kenara bırakalım ve Külünk’ün “özgür irade”den bahsettiğini düşünelim. Elbette insanlarn özgür iradeleri vardır ve koşullar elverdiği sürece istediklerini yapabilme özgürlüğüne sahiptirler. Ancak bir devlette veya bir grup insanla birlikte yaşıyorsanız bunu kontrol altına alan ve insanların bir arada doğru düzgün yaşamasını sağlamaya çalışan birtakım yasalar daima söz konusu olmuştur. Devletin ortaya çıkma sebebibin de bu düzeni insanların kendi elleriyle kurmak istemeleri olduğunu söyler Rousseau. Yani bir arada yaşarken bazı kurallar koyarız ve bizimle birlikte yaşayacak insanları bu kurallara uymaya zorlarız. Elbette kurallar farklı farklı olmaktadır ve her zaman güzel sonuçlar vermezler.
Bir devletin içinde (ya da parçası olarak) yaşamak demek de özgür irademizle bu kurallara uymaya söz vermek anlamına gelir. Yani yasalara uyacağımızı ve uymazsak yine yasaların söylediği şekilde cezalandırılacağımızı kabul ederiz. Eğer yasaları beenmiyorsak ya da yanlış olduğunu düşünüyorsak bunların değiştirilmesi için çaba harcarız. Kimi zaman da yasalar o kadar kötü hâldedir ki, tamamen bir yıkım ve yeni yasalar yazma ihtiyacı duyulur ki bunun adı da devrimdir. Ancak suç işlemenin yerine günah işlemeyi koyup bunu “Allah’la benim aramda, yasalar karışamaz” noktasına çekmeye çalışmak en basit hâliyle mantıksızlığın suyunu çıkartmak ve yüzsüzce davranmak demektir. Bir devletin içinde yaşıyorsan suç işleme hakkın var ama bunun cezasını da çekmek zorundasındır. Buna başka türlü bir kılıf uydurarak kaçamazsın.
Burada aynı zamanda ilginç bir şekilde dinin bir siyasetçi tarafından nasıl bir kaçış noktası olarak kullanılmaya çalışıldığına dair de güzel bir örnek izliyoruz. Kendisi siyaset ve hukuk anlamında tamamen sıkıştığı için, istediği gibi yorumlayabileceğini ve eğip bükebileceğini bildiği bir alan olan dine kaçmaya çalışıyor ve içten içe şeriat hukukuyla yönetilme arzusunu da ortaya koyuyor. Çünkü diğer davet ettikleri Diyanet ve islam hukukçuları. Bunun basit bir politik ajitasyon olduğunu görmemek için kör ve sağır olmak lazım (ya da Türkçe bilmemek).
İşin özü; diyanet veya islam hukukçuları ne der bilemem ancak “günah işleme özgürlüğü” neresinden tutsak elimizde kalan bir kavram. Hiçbir şekilde geçerliliği yok, bir temeli veya mantığı yok ve buna bir kılıf uydurmak da mümkün değil. Zaten dinlerken bunun ne kadar saçma ve o anda savunma amacıyla uydurulmuş bir şey olduğunu görebiliyorsunuz (araya durduk yere Einstein’ın, Edison’un adını karıştırması mesela) ancak yine de bir felsefeci olarak davete icabet edip bir şeyler söylemek istedim.
Ayrıca 17 Aralık’ın felsefi yönü diye de bir şey söz konusu değil, tamamen siyasi ve hukuksal bir olay. Ve felsefe sizin zannettiğiniz gibi bir şey değil, artık ne zannediyorsunuz onu da bilmiyorum ya. O yüzden siz bu taraftan umudu kesin en iyisi.
Leave a Reply